Konusu:
Bir kitabın yayına hazırlanma süreci, yayına hazırlayacak olan kişinin kendini bir okur olarak görmesiyle başlıyor kanımca. Daha önce pek az kişi tarafından okunmuş bir dosya, bir kitap elinize geliyor. Kitaptaki metinler daha önce başka yayın organlarında yayınlanmış, dolayısıyla okuruyla buluşmuş bile olsa, bir kitap biçiminde eline alan az sayıda insandan biri oluyorsunuz. Ayrıca diğer okuyanlardan farklı bir göreviniz de oluyor. Kitabın edisyonunu yapmak. Bu giderek okur olmaktan çıkıp, kitabın üstünde söz sahibi olan bir kişi konumuna geçmenizi sağlıyor. Değişiklikler, kitabın yapısında fikir yürütmeler, kimi zaman bir cümle üstünde yaşanan bitmez tükenmez yeni okumalar. Bütün bunları bir kitabın edisyonunun zorluklarını ya da kişiye verdiği üstünlük duygusunu anlatmak için yazmadım. Çünkü öyle kitaplar var ki, siz ne kadar kendinizi kitabın üstünde görmeye çalışırsanız çalışın, o daha ilk sayfalarında sizi kendi dünyasına, kendi kurgusuna, kendi diline hapsediyor. İşte Ergun Kocabıyık’ın kısa öyküler olarak adlandırdığımız metinlerinden oluşan Bal-Ayı isimli kitabı da böyle bir kitap.
Ergun Kocabıyık, Hayalet Gemi okurlarının ilgiyle izlediği bir isim. İlk yıllardaki kısa öykülerinin yerini -ki Bal-Ayı’nın büyük bir bölümü bu metinlerden oluşuyor- zaman içinde denemelere, inceleme yazılarına bıraktı. Söz Yayınları’ndan çıkan ve Hurufilik üzerine özgün bir incelemesini içeren kitabı Yazılı Yüz dikkat çekici bir çalışmaydı. Uzun yıllardır bir “Simgeler Sözlüğü” hazırlamakta olduğunu bildiğimiz yazar, bu kitabıyla hem eski okurlarına, hem de bu metinlerin büyük bir kısmını bilmeyen daha genç okura selam gönderiyor.
Okur bir metni okurken kendi söz-eylem uzamını neredeyse tümüyle unutarak ve belki de tam da yazarın olmasını istediği şekilde yazarın/yazının söz-eylem uzamı içine girer. Metnin ve kurgunun yapısı bir süre sonra bize bildiğimiz ve hatta bizce değişmez olan gerçekleri başka bir gözle görme zorunluluğunda bırakır. Bu yüzden her yeni kitap, okurun gözünü bir kez daha çiçekdürbününe (kaleidoscope) dayamasına neden olur. Bir çiçekdürbününü elimize aldığımızda onun bir mercek, aynalar ve renkli cam parçalarından oluştuğunu biliriz aslında. Ama gözümüzü dayadığımız andan itibaren sadece gördüklerimiz ve bu gördüklerimizin bizdeki yansımasıdır önemli olan. Dürbünün o basit mekaniği kendini tümüyle unutturmuş ve izleyen/okuru yeni bir okumaya yönlendirmiştir: Al bakalım izleyici/okur, ben sana düzgün bir mekanik/kurgu ve güzel cam parçalarıyla/dille bezeli bir oyuncak/kitap veriyorum. Bundan sonrası sana kalmış.
The Beatles’ın Efsanevi Yellow Submarine albümündeki “Lucy in the Sky with Diamonds” şarkısı uzun yıllar tartışma konusu olmuştu. Çünkü dinleyen/okura göre grup bu psikodelik şarkısında uyuşturucu deneylerini anlatmaktadır. Şarkının adının baş harflerinin yan yana gelmesiyle oluşan LSD harfleri de bunu kanıtlamaktadır. Yıllar sonra bu soru kendisine yöneltildiğinde John Lennon, şarkıyı oğlunun gittiği anaokulundaki küçük bir kız çocuğunun çizdiği resimden etkilenerek yaptığını, ortada başka da bir şey olmadığını söyler. Aslında kanımca tam olarak da söylemek istediği (belki o da olaya bu şarkının içinde söz ettiği kaleidoscope gözlü kız gibi bakıyordu) şudur: Sadece bir şarkı yaptık, ve bunun bizim için ne ifade ettiğini değil sizin için ne ifade ettiğini sorgulayın.
Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi metin, yazarının masasından havalanıp, okurunun penceresine konduktan sonra nesnel deneyler dünyasını ardında bırakmış ve kendi dünyasına bir davetiye vermiş olur. İşte Ergun Kocabıyık’ın metinlerinde de okur her yeni satırda bir pusulayla karşılaşacak. Bu pusulanın her zaman kuzeyi göstermesi gibi bir amacı yok yazarın. Nesnel deneyler dünyasındaki kuzeyin, kurgusal metinler dünyasında hangi yöne denk düştüğünü kim merak eder ki? Yazar, kitabın adındaki çok anlamlılıktan başlayarak bir çoklu okumaya ve “kaybolacaksanız böyle bir dünyada kaybolun” demeye davet eden kitabında, kimi zaman durgun bir anın kendi içindeki deviniminde, kimi zaman ansiklopedik bir bilginin şaşırtıcı yorumlarında kimi zaman da kendisine/okura ayna tuttuğu coğrafyalarda gezdiriyor sözlerini. Bu anlamda Bal-Ayı üstünde uzun süre konuşulacak, şaşırtıcı yapısıyla kimilerini mutlu kimilerini tedirgin edecek bir kitap olarak çıkıyor karşımıza.
Girişte John R.Searle’den yaptığım alıntı kimilerinin dikkatini çekmiş ve buradan yola çıkarak kurguların ciddiye alınmaması gerekliliğine inandığım sonucunu çıkarmış olabilirler. Ünlü dilbilimci Searle’in anlatmaya çalıştığı şeyin şu olduğuna inanıyorum: Eğer bir kurmaca metni nesnel dünyanın gerçekliği içinde ciddiye almaya kalkarsanız çiçekdürbünü sizin için mekanik bir aletten öteye geçemez. Yazıya bir kitabı yayına hazırlayan kişinin ruh halini anlatarak başlamamın nedeni ise, sözü Bal-Ayı’yla ilgili öznel yorumlarıma getirmekti. Sonra bunu yapmamın ne kadar büyük bir hata olacağını anladım. Çünkü tümüyle bana ait olan bir okuma başka bir okurda bambaşka bir şekilde vücut bulabilir. Yine de çocukluğumda gördüğüm ve ne olduğunu anlamadığım bir kuşun kimliğini öğrenmemi sağladığı için Ergun Kocabıyık’a bir kere daha teşekkür ediyorum: Meğer bana da Adamkuşu görünmüş.